• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Takvim
GÖNÜL SOFRASI

Bir gün gelir buralara, yolunuz düşerse:

   Gönül kaşığınızı da yanınızda bulunsun. Çünkü burada “SEVDA SOFRASI” vardır!

   Conkbayırı'na çıktığınızda, buradaki şehitlerle halvet ol­ma imkânınız yoktur. Ama olsun, kalbinizde yanan kandille­rin ışığında, yaşanan hatıraların sohbetinde demlenebilirsi­niz. Öyle bir yer ki, insanın bu tepelerde kanatlanıp ucası gelir, İngiliz Başkomutanı Hamilton'un söylediği gibi: "Türkler Conkbayırı'nda bizimkilerin üzerlerine uçarak geliyorlardı." Burada bulunan maşatlığın ferah, çiçekli ve hoş kokulu yeşilliği, güneşin aydınlattığı, kuş seslerinin şen­lendirdiği bu rüzgârlı tepede yatan ölü ve şehitlerimizin her­halde canları sıkılmaz.

   Burası Müslüman Türk insanının kutsal bir mekânı gibi­dir; ne diyor büyük şairimiz Mehmet Akif:

   "Bu taşındır diyerek KÂBE’Yİ diksem başına. Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana." 

 MAYIS 1915

   Bir gazete satıcısı çocuk var gücüyle bağırıp koşturuyordu: "Haydi yazıyor, gönüllüleri yazıyor! Hükümetin çağırdığı gö­nüllüleri yazıyor. Marmara denizindeki İngiliz denizaltısını da yazıyoooooor!"

   Yer İstanbul... Profesör Emin Efendi, gazete satan çocuk­tan bir gazete aldı. Hükümet bildirisine bir göz attı: Ça­nakkale'ye; at, eşek, katır, nal, mıh, kağnı, araba... Para, yiyecek, giyecek. Her kim ne verirse kabulümüzdür, denili­yordu.

   Profesör Emin Efendi gazetesini katlayarak aceleyle cebi­ne sıkıştırıp, fakülteden içeri girdi. Vakit mi ters idi acaba? Sanmıyordu ama bu ölü sessizliği insana, olabilir dedirti­yordu.

   Kapıya baktı; yedi rakamını uzunca bir bakışta süzdü, o da doğruydu. Fakat neden sessizdi bu kadar böyle Yarabbi

   Ölü evlerinin ölü akşamlarında, ölü ışıkların gölgelen­mesinde bir gıcırtıyı hatırlatırcasına gıcırdadı kapı, açıldı. Korku değildi Emin Efendi'nin hissettiği fakat ondan beter bir çekinişti; öylece baktı   Dershane bomboştu. O bomboşluk, alnına bir taş gibi gelip vurdu. Profesör Emin Efendi'nin yüzü paramparça düştü. Boş sıralara öylece bakakaldı; neden sonra tahtadaki yazı gözüne çarptı. Arap harflerinin bir güzel karınca dizisi hâlinde sırt sırta uzayıp sıralandığı kara tahta gülümsüyor-du. Gözlüğünü burnuna yerleştirdi. Sırtı, sınıfa dönüktü, sı­ralara. İlk iki sözcüğü okuyunca, omuzları dikleşiverdi. Artık arkasındaki boş sıraların dolduğunu sezinliyordu; bütün ta­lebe gelmiş, yerlerine yerleşmiş, bir ağızdan çıkan sesi duyu­yor gibiydi. Profesör Emin Efendi; kendisi de içten içe, tahta­da yazıları: sindire sindire okudu:

   "Muhterem Hocam! Ayasofya Camiindeki hutbeleriniz ve dershanedeki derslerinizden, Çanakkale'de, milletimizin namusunun direnmesi gerektiğine inandığımız için, gi­diyoruz. Yüreğiniz rahat olsun. Orada, milletimizin namu­su olan Çanakkale'de, senin talebelerin bir gönüllü birliği oluşturarak ve tek bir kişi gibi hareket ederek sömürgecile­rin karşısına çıkacak. Duaların üstümüzden eksik olmasın. Hakkını ve emeklerini helâl et... Lütfen!"

   Bitirince sustu bütün sınıf da; o bir ağız olmuş onca çocuk susunca, tek bir ses, "yazıların altındaki imzayı okudu:

   "Bütün çocukların adına; 403 Nizamî."

   O tek ses 403 Nizâmî'nin sesi idi; bütün girdisiyle çıktısıyla, şimdi, yine yanımdaymışçasına duydu o sesi. Yavaş yavaş döndürdü başını. Dolduğunu zannettiği bütün boş sıralarda yerlerine sessizce oturan, oturmakta olan talebelerin izlerini seçmeye çalışıyordu. Gözleri mi yaş içindeydi Emin Efendi'nin yoksa dershane mi sislenmişti durup dururken?

   Çocukları, sisler arasında belirdikçe hocanın bakışlarına yeni doğmuşların hevesindebir canlanış geliyordu. Üzerlerine kutsal ışıkların düştüğü evliyalar gibi bir ışık zenginliği içinde görmeye başladığı öğrencilerini, sesi de ağlamak titreyişinde duygulanmış; "Teşekkür ederim, oğullarım benim, has çocuklarım, "diye seslendi usulca; "Teşekkür ederim, hepinize. Şimdi, asıl siz helâl edin haklarınızı bana; çünkü benden bü­yüksünüz artık, çok çok büyüksünüz."

   Profesör Emin Efendi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bitkin ve halsiz bir şekilde ilk sıraya yaslandı ve öylece kaldı...

   "403'üncü Gönüllü Bölüğü dikkat! Hazıııır ol!. Selaaaam dur!"

   403 Nizâmî'nin tekmil veren sesini öylesine yakından duydu ki Profesör Emin Efendi, zamanı da mekânı da yok bildi. Yerin göğün iç içe girdiği bir alışılmamış dünyanın bo­yutlarında geziniyordu artık. Nizâmî'nin sesiyle birlikte teftişe hazırlanmış Gönüllü Bölüğünü ayrıntısız görebiliyordu. Bü­tün öğrencileri o bölükteydi şimdi; 403 Nizamî, çavuşlarıy­dı. Kendileri gibi genç pırıl pırıl bir mülâzıma tekmil veri­yordu.

   Mülâzım, 403'üncü Gönüllü bölüğünün başlarının üs­tünde vadinin karşı yamacını, oralara düşüp hallaç pamu­ğuna çeviren İngiliz güllelerinin patlayışını görebiliyor, du­manlarını seyredebiliyordu. Bölüktekiler, Mülâzımın hemen arkasından aşağıları doğru höykürüp inen yamacı, çamları; çamların arasından denizi seçmekte zorluk çekmiyordu. Denizde amansız düşman zırhlıları toplarıyla durmadan döv ü-yordu yan sırtları; orası, ileri hatlar idi.

   Mülâzımın, "Merhaba Gönüllüler Nasılsınız?" diyen sesi, sevecen bakışlarıyla bütünleşmişti

   403'üncü Gönüllü Bölüğü tek ağızdan: "Sağ ol!" dedi.

   "Gönüllüler! Çanakkale'ye isteyerek geldiniz!" dedi, Mülâzım. Nutuktan çok ağabey kardeş, ağabey kardeşten çok bir yakın arkadaş idi seslenişi, fakat zabit idi: "Çanak­kale'nin anlamını bilerek geldiniz. Doğan hercanlının mu­hakkak öleceğini de biliyordunuz. Şimdi, Çanakkale'de ölme­nin kutsallığını öğreneceksiniz ve yaşayacaksınız! Size başka umutlar vermediğim için üzgün değilim. Şu bir milleti yurdunda esir olarak yaşamaktansa şehit oluruz ancak yaşatmak için gelenler gibi yaşayarak aşağılanmaktan ise Çanakkale'yi geçilmez yapıp ölmek bin kerre şereflidir. Yine de yaşarsanız Çanakkale'de artık yenilmezliğin ve hürriyetin başladığını ispat edenlerin yüceliğine ereceksiniz... Sonra... Ne olacak bilemem; fakat siz, şerefle yaşayacaksınız vicdanı­nızda. Yarın, ileri hatların yedekleri olarak cepheye gideceğiz. Şimdi dinlenin. Teşekkür ederim. Çavuş! Bölük senin!"

   403 Nizamî: "Gönüllü Bölüğü... Rahat!" çekti nice yılla­rın çavuş ağzıyla: "Dağıl!" buyurdu...

   Profesör Emin Efendi, yedi numaralı dershanede o gün o saat hissettiklerini de, gördüklerini de, yaşadıklarını da gün­lerce unutamadı. Son nefesine kadar bile soran olsa o gün orada dershanedeyken Çanakkale'ye gidip geldiğini, savaşı yaşadığını, çocuklarını seyrettiğini içi rahat söyleyebilirdi; yemin et, deseler, ederdi de. Fakat ne bir kimseye söylemiş idi o anı, ne de söylemeyi aklından geçiriyordu. Öyle bir vaktin bazı anları olacaktı tabii... o anı yaşayabildi isen işte o, senin sırrın olurdu, ömür dediğin nesneye de o sır yahut sırlar belli bir anlam katarlardı zaten.

   Profesör Emin Efendi, yedi numaralı sınıftan çıktı. Ağır adımlarla sokakta yürüyordu:

   "Öldün sen be! Ta-ta-ta diyemezsin; ölüler ateş edemez ki!"

   Emin Efendi öyle acımasız ve kesindi ki o çocuk sesine dönüp bakmazlık edemedi. Az önce, şuracıklarda, ellerindeki uzunca sopalarını tüfek yapmış üç beş çocuk savaş oyunu oynuyorlardı. Şimdi üçü şu yanda ikisi o yanda cephe kur­muşlardı, görünüşe göre bağıran çocuk savaşı yöneten zabit olmuş idi. Bağırdığı çocuk kabul etmedi onun söyledikle­rini: "Vay vay vaaaay!" dedi dikleşti. "Ağzını toplasana sen! Bir kere ben; ölmem, şehit olurum" deyince ilgisini çekti Profesörün bu çocuk; oyunun içine girme hevesine düştü... Burnuna yine, Bir Çanakkale havası esivermişti...

   Birinci çocuk: "Olmaz!" dedi itti ötekinin diklenişini: "İngilizler şehit olmaz oğlum ölürler, bal gibi ölürler hem de. Biz şehit oluruz ancak."

   "Öyleyse biz Türk'üz siz İngiliz'siniz! Ta ta ta taaaa... Yat be, geberdin sen!"

   Birinci çocuk ikincinin bu saldırısına değneğini kaldırdı, öfkelenmişti; çocuğun üstüne yürüdü. Şimdi gösteririm ben sana gebermeyi, dedi. Vurmaya kalkıştı. Oyun, oyunluğunu yitirmişti, kavgaya dönüyordu. Çocukların yandaşları da bir birlerine girecekleri sıra da; Profesör Emin Efendi yanlarına yanaştı: "Oğlum, oğlum evlâdım.." uyarmasında. Birinci çocuk uyarma söyleyişinden alındı. "Ama efendi amca bak­sana şuna ne söylüyor?

   Profesör Emin Efendi, çocuklara az ötede dolaşıp hırlaşan başıboş sokak köpeklerini gösterdi. "Tamam, tamam bıra­kın, ' dedi. "Şimdi hepiniz birden Türk tarafı olun yürüyün şu köpeklerin üstüne... Ne dersiniz? Daha iyi olmaz mı?"

   Elebaşılık sevdasında çekişen iki çocuğu gözleyen ufak te­fek, kara saç kara gözde resim gibi çizilmiş üçüncü bir çocuk bütün iyi niyetiyle atıldı: "Niye olmasın a m uca!" dedi topladı herkesi: "Haydaaaaaa! Hücum! Köpeklere!"

  
608 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam13
Toplam Ziyaret30033
Hava Durumu
Saat