• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Takvim
VATAN SEVDASI

Binlerce yıldır, çeşitli toplumlara vatan olan Anadolu'da farklı kültürler buluşmuş ve bu potada eriyerek bir bütünlük oluşturmuşlarıdır. Anadolu farklı kültürlerin buluştuğu büyük bir ortak alan olmuş ve kendisine has bir görüntünün ortaya çık­masına sebebiyet vermiştir.

   Anadolu, biliyorsunuz Anatolia kelimesinden geliyor. Etimolojisinden yola çıkacak olursak, -uzmanları çok daha iyi bilir ama- "güneşin doğduğu yer" anlamında, bugünkü Yunan adasından Anadolu'ya baktığımız zaman Yunanlıların bu top­raklar için kullandığı bir kelimedir Anatolia. "Güneşin doğduğu yer" demektir. Dolayısıyla bir bakıma maşrıktır. Maşrık, yâni güneşin yükseldiği yer. Anadolu topraklarından yükseliyor gü­neş. Dolayısıyla biz o kelimeyi Türkleştirmişiz, İslâmîleştirmişiz, ona değişik bir anlam haritası eklemişiz. Bugün Anadolu, o etimolojik kökenlerinden kopmuş, çok farklı bir hâle gelmiş­tir.

   Bugün tabiî ki Anadolu, sâdece coğrafî isim olarak, daha çok taşrayı, İstanbul dışı kültürü ifâde eder anlamda kullanı­lıyor. Oysa Osmanlı döneminde, Rumeli'yi de kapsayan siyâsî bir coğrafyanın adı olarak kullanılıyordu. Dolayısıyla Anadolu ve Rumeli bir bütündür o mânâda baktığımız zaman. Dolayı­sıyla Anadolu kelimesini hangi anlamda kullanacağımızı tespit etmemiz gerekir. Osmanlı döneminde, irfan coğrafyamız açı­sından bakılacak olursa, Mîsâk-ı Millî'yi aşan, hatta Halep ve Şam'a uzanan bir Anadolu görüyoruz. Kuzey Irak'a, Tebriz'e doğru giden, Nahçıvan'a, Saraybosna'ya, Kırım'a uzayan bir Anadolu coğrafyası... Anadolu bu mânâda bir potadır, buraya Horasan erenleri de geliyor. Kuzey Afrika'dan dervişler de geliyor. Araplardan, Balkanlardan veliler geliyor. Çok entere­san bilgiler var bu konuda.

   Büyük bilge Abdullah Bosnevî var meselâ. Bosna'da doğuyor. İstanbul'da ders görüyor, Kâhire'de dersine devam ediyor. Konya'da vefat ediyor, mezarı Konya'da. Önemli oranda İbn Arabî'den etkilenmiş, o kaynaktan beslenmiş. Bunun gibi, doğduğu yer ile ahrete göçtüğü yer itibarıyla bize "Anadolu" denilen coğrafyanın sınırlarının ne denli ge­niş olduğunu gösteren birçok bilge var. Esasen, Anadolu'yu besleyen ana damarlardan birisi, Muhyiddin İbn Arabî'dir. Endülüslü... İspanya'da doğuyor. On yıl kadar Malatya'da yaşıyor. Sivas'ta bir kış geçiriyor. Konya'da evleniyor ve bir müddet orada yaşıyor; ama Şam'da vefat ediyor. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Belh'te doğuyor. Konya'ya yerleşiyor, Kon­ya 'da vefat ediyor.

   Bu topraklara bakacak olursak, dünya üzerindeki hemen hemen hiç bir yerde oluşması mümkün olmayan büyük bir or­tak alanın meydana geldiğini görürüz. Bu aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki köprünün de bir diğer adıdır...

   Bu yerin adı Anadolu'dur...

   Yapılan etnolojik ve folklorik araştırmalar, Dünya üzerin­de Anadolu gibi bir başka yer daha bulunmadığını göstermiş­tir. İşte bu yüzden Anadolu binlerce yıldır Doğu ile Batı ara­sında bir köprü olma özelliğiyle, dikkatleri üzerine çekmiş olan bir mekândır... Anadolu Cennet misali bir yer.

   Bu yazıları kaleme almak için; nurda, bilgide ve aşkta bu­lunduğunu anlatmak isterim.

   Aşk görebildiğimiz her şeyde, duyabildiğimiz her seste vardır. Aşk, pırıl pırıl açan çiçekte, bazı sevinç bazı büzünle öten kuşun sesinde, güneşe göğsünü vermiş toprağın koku­sunda mevcuttur. Sevdiği yüze bakarken göz pınarlarına do­lan damla yahut gözlere yayılan buğu aşktır. Düşünceleri kavrayan, kalbe elemle karışık bir haz veren, tatlı bir ıstırapla devamından şikâyet edilen fakat asla vazgeçilemeyen his; aşktır.

   Allah'ı bilen kalp, O'nu seven ruh ve O'nu temaşa eden nefsin sırrından ibaret olduğudur.

   Aslında anlatmak istediğim konu, ona hakkını verebilmek için birkaç cildi gerektirecek derecede geniş ve çok cephelidir.

   Bedenî kalple esrarlı bir tarzda ilişiği olmasına rağmen kalb, et ve kandan meydana gelmiş bir şey değildir. Kelime­sinin aksine, onun mahiyeti aklî olmaktan çok hissidir. An­cak akıl, Allah hakkında gerçek bilgiyi kazanamadığı halde, kalb her şeyin aslını bilecek kudrette olduğu gibi, bir de iman ve bilgi ile aydınlanırsa ilâhî aklın bütün muhtevasını yansıtır. Bundan dolayı bir hadîs-i kutside şöyle buyurur: "Ben, yerlere göklere sığmam da mümin kulumun kalbine sığarım." Bununla birlikte bu hadîs-i Kutsi, nadir bir tecrübe­dir. Normal olarak kalb, "perdelenmiş", günahla kararmış, şehevî izler ve hayallerle lekelenmiş; akıl ile ihtiras arasın­da bocalamaktadır. Başka bir deyişle, Allah ile şeytanın or­dularının zafer için çarpıştıkları bir savaş meydanı duru­mundadır. Kalb, bir kapıdan Allah hakkında vasıtasız bil­giyi aldığı halde, diğerinden hissi yanılmaların girmesine müsaade eder.

Olaylar bir noktaya kadar sözle anlatılabilir, fakat bun­dan sonrası gizlidir; aklın ürettiğini kelimeler yanıltıcıdır; çün­kü göz aklı yanıltabilir.

   Yaşam belirtisinin kökeninde duygulanma; duygulanma­nın da temeli aşktır

   Tarihten öğreniyoruz ki, Türk insanı vatanına düşkündür. Onu en müşkül anlarda bile terk etmemiştir. Öyleyse neden birbirimize düştük, neden birbirimizin kanını emercesine sal­dırıyoruz; sebebi nedir?

   Bunun bir tek izahı vardır ki, eğitimin, Türk çocuğunu kendine değil, Batı Medeniyeti'ne hayran; vatanına değil, oralara hizmet idealiyle yetiştirmiş olmasıdır. Bunun ölçüsü de, tarifi de budur.

   'Vatan bir toprak parçasından ve bir ikamet (eğleşme) çevresinden değildir" Gerçekten de vatanın manevî bir değeri de vardır. Vatan ataların miraslarını, tarihi hatıra­larını, estetik anlayışlarını aksettiren eserlerini, müşterek değerlerini ve kahramanlarının atlarının izlerini... Üzerin­de taşır Bu izler ve eserler millî dayanışmayı pekiştirir, birlikte yaşama, birbirlerini sevme duygusunu güçlendirir. Vatan üzerindeki şehitlikler, türbeler, mezarlar, camiler, kervansaraylar, kütüphaneler, sular, dağlar, bağlar, bah­çeler... Kişiler ve kuşaklar (nesiller) arasında anlaşıp se­vişme imkânları yaratır ve gönülleri birbirine perçinler. İnsanları hem atalarına, hem birbirlerine, hem de vatanla­rına bağlar. Milletin her yaştaki ferdî vatan savunmasını bir haysiyet ve namus meselesi sayar ve canla-başla vatan savunmasına katkıda bulunur. Çünkü vatan savunması bir maddî varlık savunması değildir:

   "... Vatanı müdafaa etmek, yalnız vatan topraklarını ve üstündeki maddî değerleri düşman ayakları altında bırakmamak değildir Aynı zamanda bu mukaddesatı ve bu yüksek manevî kıymetleri korumaktır. Vatanı sevmek ve vatanseverlik duygusu ile bezenmiş olmak da, yalnız vatan toprakları üstündeki servet ve menfaatleri doğrultusunda sevmek ve bu topraklara mide ile bağlanmak demek de­ğildir, fakat bu millî kıymet ve kutsiyetleri sevmektir."

   "Toprak unsurunun yanında bazen Dede Efendi'nin bir bestesi yahut bestekârında ihtilaf olan Tekbir ahengi gibi bir ses, bazen Râkî'nin kanunî mersiyesi gibi Türk cihangir­liğinin en yıkılmaz abidesi sayılabilecek muhteşem bir şiir, bazen Süleymaniye gibi bir kubbe, bazen Fatih'in bütün azametiyle yığmış olduğu mütevazı bina gibi bir türbe, bazen Eyüp Sultan dediğimiz şahabı makamı gibi dini bir abide, bazen millî ruhu şekil ve renkle ifade eden bir çini, bazen Yesâri'nin bir levhası, bazen de bir kumaş üstündeki el işi veyahut bir çoban kavalı bile.. Türk vatanın... Ebedî bir parçası değildir de nedir?

   Bütün bu kültür değerlerinin yanında Anadolu halkının çoğunluğunun dini olan İslâm dininde vatanı korumak kut­saldır, vatanı korumak için savaşanlar gazi, bu uğurda ölenler şehit olurlar. Peygamber Efendimiz: "Vatan sevgisi imandandır" buyurmuşlardır. Anadolu'yu vatan yapmak için binlerce şehit vermişiz, binlerce sanatkârlar, şair ve yazarlar göz nuru dökmüşlerdir. Zira atalarımız bu yurdu, vatanı fethetmişler, anavatan bilmişler, binlerce kuşak geçse de bu vatanı Türk Milleti olarak kimseye vermemek bilincinde birleşmişizdir. Kendimize güvenecek, dik dura­cak, korkmayacak, bir karış bile olsa vatan topraklarımızı korumakta direnecek, gerekirse şehit olacağız. Zira Ana­dolu Türk'ünün inançlı direnişi aynı zamanda İslâm dünya­sının da ufkunu açacak, onlara ışık tutacak esin kaynağı olacaktır. Yahya Kemal Beyatlı'nın 26 Ağustos 1922'de düşmana hücum eden Türk ordusu için yazdığı dua ile ko­numuza devam edelim:

   "Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbî!

   Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbî!

   Tâ ki yücelsin ezanlarla müeyyed nâmın   Gâlib et, çünkü bu son   ordusudur İslâm'ın."

  Aşk da mağfiret gibi, aslında, sonradan kazanılan bir şey değil, ilâhî bir vergidir. "Bütün dünya aşkı cezp etmek istese de buna gücü yetmez ve yine onlar, bunu reddetmek için bütün çabalarını harcasalar, başarıya ulaşamazlar." Allah'ı sevenler, Allah'ın sevdiği kimselerdir.

   Çanakkale'de yaşanan savaş olaylarını ilimle, bilgiyle, akılla anlatmanız mümkün değildir.

   Mehmetçiğin iman gücüyle ördüğü çelik duvarı, hangi muazzam ruh haliyle inşa etti! Mustafa Kemal'in görüp dile getirdiği ifadenin başka türlü izahı olamazdı:

   "Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre; yani ölüm muhakkak!. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacası-na şehit düşüyor; ikincidekiler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta biliyor musunuz? Üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, Cennete gir­meye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadeti tekrarla­yarak yürüyorlar.

   Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren gayrete ve kutlamaya değer bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale de savaşı kazandıran bu yüksek ruhtur!."

   Harbin, manevî cephesiyle alakalı, eksik kalan ve fazla iş­lenmeyen kesitlerden biri de "Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) har­be nüzulleri, Mehmetçiğe manevî teşvik ve destekleridir. O'nun davasını ebediyen bayraklaştıran, "Haremeyn'inin ha­dimi" nihayet O'na ve kutsal topraklarına sonsuz bir muhab­bet ve hürmet besleyen soylu ceddinin düştüğü bu en felaket­li anında "vefalıların en vefalısı" Kutlu Nebi, elbette ki yalnız bırakmıyordu. Kıyametin harman olduğu Çanakkale'de, Hz. Peygamberin(s.a.v.) "kutsî himmeti" belki de hayat iksiri En­biyalar/Şüheda Yurdu mübarek vatanımızın manevî koruma altında bulundurması sıkıştığımızda daima "ilâhî inayetin" imdadımıza yetiştiğini ispatlayan olaylar halkası Çanakka­le'de de yaşanmıştı.

   Çanakkale Anadolu’nun bir parçasıydı! Kapısıydı!

   Anadolu'daki varlık mücadelemizin en ağır imtihanların­dan olan Çanakkale'deki müdafaa şaheserimizi sergileyerek, tarihimizin en parlak zaferlerinden birini kazanmanın faktör­lerin başında hiç şüphesiz ki, "harbin manevî/metafizik boyu­tu" gelir Müslüman Türk askerini her yönüyle güçlü kılan unsur bilhassa kazanmış olduğu yüksek maneviyattı. Bunun aksini kabul etmek; Çanakkale müdafaasını anlamamak de­mektir.

   Güzel yurdumuza saldıranların gücü; muazzam donan­masıyla, yerlerin şeklini değiştiren büyük toplarıyla, gökyüzü­nü kaplayan tayyare ve deniz altılarıyla, ufukların arasında bir taarruz ordusu düşününüz. Diğerinin, ise bir tek mermiye muhtaç, kuruyan dudaklarını ıslatmak için bir yudum su ara­yan, aynı mahrumiyet dolayısıyla yaralandıktan sonra, ilk şifasını Rabbine sığınıp ellerini semaya açıp, "Allah! Allah!" diye bilen bir Türk insanı! Çanakkale'deki tablo bu değil mi idi?

   Bu hâdise; maddenin iman ve vatanperverlik huzurunda iflas edip önünde eğilmenin ve en şanlı Destanıdır. Milli Şai­rimiz Mehmet Akif de, aynı gerçeğe şu manzum ifadelerle dile getiriyordu:

   "Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından:

   Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

   Hangi kuvvet onu, hâşâ edecek kahrına ram?

   Çünkü te'sis-i ilâhî o metin istihkâm.”

   "Aşk, insanlardan öğrenilmez; o, bir Allah vergisidir ve O’nun bir ihsanıdır.”

   Böylece sembolize edilen aşk, dinde bir heyecan unsuru olup, keşf ehlinin cezbesi, şehidin cesareti, velinin imanı, ahlâk olgunluğu ve manevi bilginin yegâne temelidir. Tatbi­katta aşk, herhangi bir karşılık beklemeksizin sevgili uğruna nefsin terk ve feda edilmesidir. İnsanın değer verdiği zengin­lik, şeref, hayat ve irade gibi sahip olunan her türlü şeyden vazgeçilmesidir.

   Şimdi de bu konuda bazı örnekler verelim; Çanakka­le'de Abideleşen Allah aşkı, en anlamlı ifadeyle beşerî aşk benzetmesindeki vecd ve coşkunluk şekline dönüşmüyor muydu? Öyle görünüyor ki, tarihin sırlarla dolu ikliminde manevî bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?

   İngilizlerin Başkomutanı Hamilton'un notlarından kısa bir alıntı yapalım:

   "Dürbünüm gözlerimde, öylece kala kaldım ve durumun sakinleştiğine inanmak istedim. Öyle geldi ki, binlerce Türk eri Kereviz Dere'ye doğru yön degiştirdi ve süratle gerí çekildi. Birkaç saniye geçmişti ki, Turklerin 6 inçlik topları ateşe başladı: - Bir, íkí üç Muazzam dumanlar, sarı şimşekli alevler yúkseliyor. Suratli ve kızgın düşman topları ilk defa bütün güçlerini gôstererek, bir volkan gibi indifa ediyor. Büyük çaplı obús topları dá cehennemi orkestranin ahengine katıldi.

   Dumanlar dağıldığı zaman manzara şuydu; Senegalli birlikler perişan, dağılmış, çılgınlar gibi kaçıyor. Bir kere daha dev infilaklar, akşamın koyulaşan kasvetli havasına, gecenin yükünü boşaltıyor. Senegallileri tutmak, durdurmak imkansiz.

   Türklerle yeniden süngü hücumu, çatışmasi başladi. Az evvel mermíler peş peşe infilak ederken Túrkler siperlerine dogru çekilmişlerdi. Akşam karanligi dumanlı ufkun üzerine çöküyor. Son bir manzara Fransiz askerlerinden muteşekkil küçük bir grup, kaybettikleri tabyalarını ele geçirmek için, geriye sürmeye çalışıyorlar. Karanlık bastıktan sonra!

   Savaş bitti. Her iki taraf korkunç bir güçle savaştılar. Ezici bir hareket etrafı sardı. Karaya sukunet hakim artik. Gunduz yazmaya başladığım notlarıma, gece yarısı oldu, devám ediyorum."

  
694 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam20
Toplam Ziyaret30040
Hava Durumu
Saat