• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Takvim
SEVDA SOFRASI

   Mutluluğu ve dostluğu gönüllerde arayanlardan biri olarak, bu yazılarımda insan ru­hunda yarattığı bütün güzellikleri sizle­rin de yaşamanızı isteyerek kaleme aldım. Sizler karşınıza aldığınız bu ekranın sihirli camında gördüğünüz yazılara bir fikir ölçüsü koymayın. Yeter ki okumak için ilk adımı atın. Olay ör­güsünü kavradığınız an, şunu bilin ki; okuduğunuz bu yazılarımda ben size bir rol vermiş olacağım. Kim bilir belki başkahraman siz olacaksınız ve bu satırlar sizi yaşadığınız dünyadan kendi gi­zemli dünyasına alıp götürecek... Ve işte o zaman ruhunuz mutluluk girdabında kendinizi kaybedeceksiniz.

   Evet, bunları dostluğun ve mutlulu­ğun yakalanması... Aydınlık kapıların anahtarlarını sizlere vermek için yazdım. Mutlu olacağınızdan eminim.

   Yazarlığın yaşı önemli değildir... İnsan yaşadıkça o yaştadır!

   Hayatın en büyük esası samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile rabıtası olan anlatım sözcükleri, mutlaka samimi bir edebiyatın ürünüdür. Hayatın en gizli, en karışık köşelerine kadar göstermeyen, ruhumuzun hamlelerini anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir surette duyurmayan, elemlerimizi, felâketlerimizi, ahlâkî yaralarımızı açık açık aksettirmeyen bir edebiyat, hayat ile rabıtasız ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onlar üzerinde işlemek hususunda belki pek mahir kuyumcular çıkabilir; belki onlar çok süslü, çok göze çarpacak şeyler yapabilirler. Fakat ne kadar yazık ki bütün bu sahte mahsuller muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok cazibeli, harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran mahsulleri nasıl açık bir havaya sert bir rüzgâra dayanamazsa, hayat ile alakası olmayan böyle bir edebiyat da kasırgalar önünde süpürülüp gitmeye mahkûmdur. (Tıpkı tarihte yaşanan olaylar da böyledir) Hâlbuki bedii his, hislerimizin en ilâhî ve en derunisi yani en samimisidir.

   Akşam rüzgârı ile inleyen bir çam ormanın karanlık hışıltıları ne kadar tabii ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok samimidir.

   “Kitaplar ise, insanlar arasında düşünce ve bilgi­leri, inanç ve duyguları yayan, zekâ ve kültürün, ilim ve sanatın, değer hükümlerinin dünya öl­çüsünde paylaşılmasına ve zaman içinde deva­mına yardım eden vasıtalardır.

   İnternet sayfaları, bir mil­letin kültür değerlerini dünden bugüne taşıyan varlıklar olarak millî kültürün temel taşları ve aynı zamanda insanlığın paylaştığı ilim ve fikir dünyasına açılan kapıları oldu.»

   Bu vasıflarıyla kitaplar, milletlerin ve in­sanlığın zekâsına ve kültürüne büyük tesirleri bakımından medeniyetleri yayan ve tarihi yapan kuvvetlerin başında gelir.

   Kitapların gizli bir tarihi vardır. Ne çare ki şimdi internet sayfaları yerini almaya başladı. Ben yine konumuzu dağıtmadan söze giriyorum! Bu gizli tarih, yazarın kafa­sında oluşan kavramların içeriğini doldurur ve bir forma gir­mesini sağlar. Bu kavramlar ifadelere gider ve okuyucunun elinde bir hazine olur. Birçok kapı vardır, birbirine benzeyen Uç nokta­larında farklılığı gizlenen kapılar. Size bazen " Açıl susam açıl" demek kalır.

   Bazen de taş yığınları arasında bir taş kapı olduğunu hazinenin uzakta olmadığını düşünürsünüz. Gizli bir yüzünüz var; kararlısınız, araştırıcısınız. Başınıza gelebilecek onca felaketi bir çırpıda unutmayı deneyeceksiniz. Rahatsınız. Nihayetinde hangi felaketin öldü­rücü olduğunu bilmiyorsunuz. Tedirginsiniz de. Çünkü Tehlike ölüm­cül olabilir.

   Bazen hazinenin içine dalarsınız, gözleriniz kamaşmış susamışsınız, su aramış, yemek istemezsiniz, illaki içine gömüldüğünüz hazineleri dolduracak heybe ararsınız. Serpu­şunuz heybe olur, kulaklarınız, özünüz, hayalleriniz heybe olur, doldurursunuz. O kadar dolar ki, sonunda dışarı çıkabil­menin gizli kurtuluş sözcüğünü hatırlamayıverirsiniz. Neydi parola? Korsanlardan, zalimce işlerden tehlikelerden kurtuluş çareniz nedir? Parola bardak mı, su mu, parola yemek mi, uy­ku mu? Yoksa çıkış mı? Düşünceleriniz sizi hayallerinize kadar doldurduğunuz zenginlikleri dışarı atmaya yetecek mi? Bulur­sunuz o cümleyi. Çıkarsınız. Hazinelerden silkinir, kendinize kalırsınız. Döktüğünüz hayalleriniz, gerçekleriniz, ideallerinizi, değiştir­mek istedikleriniz, değişmelerinizdir. Kapıyı buldunuz ya!

   Kitaplarda mı? Hayır! İnternet sayfalarında, gizli bir hazineyi bulursunuz! O hazineye geçmişimizi de doldurur, geleceğimize de, heybe­mize de doldurur beyinlerimizi de.

   İşte, internet sayfaları bilgi dehlizlerinin çı­kış kapısını buldurur bize - Silkinir, hepsini döktüğümüzü zannederiz. Ne zamana kadar? Diğer bir konuya giriş yapmak için tıklama yapıp, okuma vadi­lerinde kendimizi arayana kadar.

   Bir bilgenin şöyle bir ifadesi vardır; " Bilgi insa­nı rahatsız eder" Sıkıysa ra­hatsız olmayın. Benim için yol bitti deyin. Ne yollar biter ne okumalar. İlerden bir ses yankılanır. "Nerede kitaplarım?"

   Savaşlar en alçakça kelimelerle nitelendirilirler. Düşmanlıkların en yoğun yaşandığı, insanlık dışı davranışların görüldüğü olaylardır. Aslında savaşlarda insanlık onuru ayaklar altına alınır. Oysa gündüz birbirine kurşun sıkan düşman askerlerinin gece kıt aşını paylaştığı Çanakkale Savaşları resmen, 'dünyanın klasik trajedilerinden biri' olarak tanımlanır ve bu cephede yaşananlar belki de tarihin en 'onurlu' savaşını temsil eder. Ben bu savaşın her yönünü araştırıp, yüzlerce belge edindim.. Seslerini kaydettim, görüntü aldım. Kâh sevindim. Kâh ağladım.

   Çanakkale Savaşları’nda, Allah aşkının cezbesiyle, vatanlarını savunan Mehmetçiğin “şehitlik aşk”ını yıllarca evvel anlatmaya başlamıştım; dinleyenlerim üzerime büyük bir mesuliyet yüklemişlerdi: “Bu bildiklerini kitaplaştırmadıkça insanlık görevini yapmamış olursun. Türk gençliği bunu senden öteki dünyada da olsan yakana yapışıp soracaklardır, Nerede vatan aşkı? Onlara ne cevap vereceksin?” Dediklerinde haklı olduklarını kabullenmiştim. Bu ikazlar üzerine yayımladığım kitaplarımla tamamlamış olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım! Tekrar, büyük bir ikazla savaş içinde yaşanan “Büyük Aşklar”ın hikâyelerini Aşk Literatürüne kazandırmalıydım.



İşte bunun içindir ki cemiyetler, milletler "güzel" ve "iyi" telâkkilerinden daha "milli" hiçbir şey yoktur. Bir cemiyeti başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlâk hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhun güzelliğinden koptuğu için hayatının en samimî yönleridir...

   İnsanın varlığı ile var olan ve ondan evvel yeryüzünden eksilmeyeceği muhakkak bulunan aşk, duyuldu­ğu varlığa ve duyan kimseye göre çok çeşitli tezahürler arz eder. Aşkı piyanosunun tuşlarında yahut sazın tellerinde bulan müzisyenler, kayısı ağaçlarının çiçekle­rinden veya karlı bir gecede uğuldayan fırtınanın sesin­den aşk ilhamları yakalayabilen şairler, fırçalarının uçundaki boyanın şekillendirdiği tabloda aşkın yüceliğini hisseden ressamlar hep aynı hedefe yönelmişlerdir. Bunun içindir ki onun hak­kında pek çok şey söylenmiştir.

   Aşkı tedavi edilmesi gerekli bir hastalık gibi düşünenler, cinsî arzuların ve behimî temayüllerin belirmesinden ibaret sayanlar, yersiz ve lüzumsuz bir meşgale olarak telâkki edenler bulunmuştur. Yalnız şu cihet ehemmiyetle kayda değer ki hangi görüşe dayanırsa dayansın bütün bu mütalaaların birleştiği tek nokta, aşkın varlığıdır.

   Aşk görebildiğimiz her şeyde, duyabildiğimiz her ses­te vardır. Aşk, pırıl pırıl açan çiçekte, bazı sevinç bazı hüzünle öten kuşun sesinde, güneşe göğsünü vermiş top­rağın kokusunda mevcuttur. Sevdiği yüze bakarken göz pınarlarına dolan damla yahut gözlere yayılan buğu aşk­tır. Düşünceleri kavrayan, kalbe elemle karışık bir haz veren, tatlı bir ıstırapla devamından şikâyet edilen fakat asla vazgeçilemeyen his; aşktır.

   Aşk, kâh çocuklar gibi ve belki de sebepsiz sevindiren, kâh bir hatıra veya soluk bir çiçek karşısında saat­lerce ağlatan duygudur. Aşk, yaşadığımızın delili, hayat­ta olduğumuzu hissettiren bir kuvvettir.

   Aşkın değişik tezahürleri karşısında, bunu bizatihi aşk gibi görmemizin neticesi olarak, tarifinde tereddütlere düştüğümüz muhakkaktır. Sanatkârın meydana getirdiği eser, ona ne kadar bağlı bulunursa bulunsun, aşkın kendisini değil neticesidir. Her seste, her şekilde aşk arayan ve bulabilen gözler ve kulaklar daha evvel aşkı tanımış olanlardır. Gözlerinden kalbine dolan bir varlığın aşkı ile büyülenmemiş olanlar, toprağın aşk koktuğunu duyamazlar.

   Yalnız şunu itiraf edelim ki! Aşk silahından kim kurtuldu? Kimin kal­binde onun yarası yok? Krallar bile vuruldu; tacından tahtından oldu. Aşkın şerrinden kurtul­mak için adaklar, tövbe­ler, oruçlar, dualar, tütsüler ve kurbanlar lâzım. Hep­sini yap; hepsini! En kıymetli malını ada; günlerce dizüstü kal; aylarca oruç tut; geceleri sa­bahlara kadar dua et; dişinden, tırnağından tütsü yak; etinden kurban ver; Yine de onun zaliminden kurtulamazsın!...

   Sana derlerse ki, aşk ateşi tatlıdır; inanmayın! Leylâ ve Mecnun'u; Juliette'le Romeo'yu ha­tırlayın ve hatta Abelard'la Heloise'i hangisinin yüzü güldü? Hangisi bir an: "Oh!" dedi? Hasrette mi safa buldular? Vuslatta mı merama erdiler? Hayır, onlar için vuslat hasretten, hasret vuslattan daha acı idi; eserimizin içinde okuyacaksınız; siz bakmayın, dünya Aşk edebiyatının başköşesine kurulan: Zeliha’nın Yusuf’una kavuşmasına; Leyla ile Mecnun hikâyesine: Leyla mezara, öbürü aklı zelil oldu. Julliette'çik, yâr koynunda, bülbül öterken ağlıyordu. Ro­meo zifaf yatağında hançerle zehri buldu. Yıllarca Abelard Heloise'den, Heloise, Abelar'dan kaçtı. Aşkta safa umanlar sevdayı bilmeyenlerdir.

   Saba melikesi yıllarca sevdiği Süleyman'a ka­vuşmazdan biraz evvel acı acı neden ağladı? Neden, Pisise aşkın en mükemmelini tatmışken bir daha sev­mem diye ahdetti? Çanakkale Boğazı’nda Hero sevdalısı Leandro sahili gör­mesin de denizlerde kaybolsun diye karadan, elin­den tuttuğu meşaleyi neden söndürdü? Neden Salome, Kenan peygambere Yahya'nın başını kestirdi. Aşkta safa umanlar bu esrarı bilmiyorlardı.

   Bir defa yanan kalbe, dünyanın, en serin suları alevdir ve zavallı sevdalıya yeryüzünde vatan yok­tur, her ev ona zindan, her yurt ona menfadır. Bunu çekmeyen bilmez: Cinayet, bunun yanında lekesiz, beyaz bir güvercin­dir. Cinnet buna nispetle hikmettir ve ölüm bundan sonra bizim için artık korkunç bir sır değildir.

   Evet, aşk ölümden daha zorlu ve ölümden daha yaşlıdır. Âdem cennetten kovulduğu için değil, Havva'dan ayrıldım diye ağladı ve ilk kan yere aşk yüzünden aktı. Son damla kan da sevda yüzünden akacak, zaten onun yegâne maksadı kan değil mi?

    Aşkı uğruna krallığı terk eden insan:

    Dünyanın en büyük aşklarından biri sayılan İngiltere'de Kral Edward ve uğruna tahtı bıraktığı Amerikalı W. Simpson’ın aşkı değil midir?

   ABD'nin Baltimore şehrinde doğan Wallis Simpson, oldukça zengin bir aileden gelmesine rağmen, babasının ölmesiyle sıkıntılı bir genç kızlık dönemi geçirmişti. 19 yaşındayken bir deniz subayı ile yaptığı ilk evliliği, eşinin alkole düşkünlüğü sonunda çabuk sona ermişti. İkinci evliliği sırasında İngiltere'de, veliaht Prens Edward ile tanıştı. Windsor Dükü Edward çok zeki ve kültürlü üstelik bütün kadınların âşık olduğu yakışıklı bir adamdı. Ana dili gibi Almanca, iyi Fransızca ve İspanyolca konuşuyordu. Fakat Prens Edward Vallis Simpon'u tanır tanımaz onun büyüsüne kapılmıştı. Oysa güzel bir kadın sayılmazdı ama Wallis çok zevkli neşeli ve kültürlü bir kadındı. O sırada Galler Prensi unvanını taşıyan Edward'la Londra sosyetesinde tanıştıktan kısa bir süre sonra birbirlerine âşık olduklarını anladılar.

   1936'da İngiltere'de Kral 5. George öldü. 42 yaşındaki varisi 8. Edward adıyla tahta çıktı, Wallis ise sevdiği adamla evlenebilmek için Haziran 1936'da boşanma davası açtı. Ancak iki kere boşanmış bir Amerikalı kadınla, bir yabancıyla, bir kralın evlenmesine İngiliz yasaları, kiliseleri ve gelenekleri izin vermiyordu. Evlenmesinin mümkün olmadığını bilen 8. Edward, aynı yılın 10 Aralık günü, sevgilisi Amerikalı dul Wallis Simpson ile evlenebilmek için tacından, tahtından vazgeçmeye karar verdi.

   Kral Edward, deli gibi âşık olduğu Amerikalı Wallis Simpson ile evlenmek için tahttan indiğini heyecanlı ama kararlı bir ifadeyle 1936 yılının Aralık ayında radyodan duyurduğu zaman herkes şok olmuştu. Kral Edward aşkı uğruna tahtını kardeşine bırakıyordu. Ve yalnızca 325 gün krallık yapmıştı.

   Tahtı kaybettikten sonra Windsor Dükü unvanını alan Edward, 3 Haziran 1937'de Fransada, Avrupa'nın romantik gençlerinin gözyaşları arasında, Edward ve Wallis Fransa'da Conde Şatosu'nda sevdiği kadınla evlendi.

   O günden sonra Edward ve uğruna tahtı terk ettiği Wallis halkın gözünde monarşinin kurbanı, sınır tanımayan aşkın sembolleriydiler.

   Çiftin aşkı, 20. yüzyılın en büyük aşklarından biri olarak çok konuşuldu. Edward 1972'de, Madam W. S impson 1986’da öldü.

Gelelim şimdi Koca Sinan’a; onun sanatına ilham veren yüce aşkına!

Aşk, bütün inançların özüdür. Aşk hakikati kalpte doğduğunu, dinde bir heyecan unsuru olup, usta ehlinin cezbesi, şehidin cesareti, velinin imanı, ahlak olgunluğu ve manevi bilginin yegâne temelidir. Tatbikatta aşk, herhangi bir karşılık beklemeksizin sevdiği uğruna nefsin terk ve feda edilmesi, insanın değer verdiği zenginlik, şeref, hayat ve irade gibi sahip olunan her türlü şeyden vazgeçilmesidir.

   Aşk da mağfiret gibi, aslında, sonradan kazanılan bir şey değil, ilahi bir vergidir. Şehevi bir arzuda aşk yoktur. O ruhsal bir dengesizliktir.

   Osmanlı'nın büyük cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın ve büyük aşkı Hürrem Sultan'ın dünyaya bir kız çocuğu gelir.

   Efsane bir aşkın meyvesidir bu çocuk ve bu yüzden belki efsane aşkların en temeline en masalımsı olanına ithaf edilmek üzere ismi Mihrimah konulur.

   Zaman hızla geçmiş Mihrimah Sultan büyümüş 17 yaşına gelmiştir ki o zamanlar için evlendirilmesi uygun olan bir yaştadır. İki talibi çıkar; Diyarbakır valisi Rüstem Paşa ve diğeri ise, sarayın baş mimarı Mimar Sinan.

   Padişah biricik kızını Rüstem Paşa ile evlendirir, Sinan evlidir ve 50 yaşındadır ama bilinen odur ki Mihrimah Sultan'a deliler gibi de âşıktır.

   Mimar Sinan o derece derin bir tutku ile âşık olduğu Mihrimah Sultan'a kavuşamamıştır Fakat ona olan aşkını olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.

   İstanbul'un en güzel yerlerinden birine Üsküdar'a Mihrimah Sultan adına bir cami yapması istenir kendisinden. 1540 yılında inşa etmeye başladığı camiyi 1548 yılında tamamlar. Cami inşa edilirken bir yandan kendi aşkını anlatır hiç şüphesiz ve eserine sanki "eteklerini giymiş bir kadın" siluetini verir. Ayrıca cami için mimari olarak esinlendiği, örnek aldığı yer ise bir başka aşka, kutsal bir aşka adanmış bir şaheserdir;

   Bahsi geçen bu cami iki minareli olup padişah fermanı ile yaptırılan bir eserdir. Ama Sinan'ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak ki bu eserden 14 yıl sonra o güne kadar ilk defa padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı'da surların yakınına, pek kimsenin ilgilenmediği, ıssız, yalnız ama İstanbul'un en yüksek tepesi olan bir yere sanki aşkının gizli, ıssız ve yalnızlığını ama bir o kadar büyüklüğünü haykırmak istermişçesine ikinci bir eser yapmaya koyulur; Mihrimah Sultan'a ithaf en...

   Derler ki; cami Mihrimah Sultan'ın o duru, gösterişsiz ve bir o kadar asil güzelliğine istinaden küçücüktür ve sadece 38 metre bir minareye sahiptir Bir adet incecik kubbesinin üzerindeki 161 pencere ise iç güzelliğinin ne kadar aydınlık ve berrak olduğunu temsil eder. Bu sayede gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı (o tarihte bu açıklıktaki ve bu kalınlıktaki bir kubbeye o kadar pencere dünya üzerinde sadece Mimar Sinan tarafından yapılabilirdi) cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki upuzun işlemelerde de Mihrimah Sultan'ın o çok güzel, ayak topuklarını döven upuzun saçları tasvir edilmiştir.

   Ve yine denir ki; Mihrimah Sultan'ın statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine rağmen yalnızlığını simgelemesi anlamında tek minareli yapılmıştır bu cami. Ama Sinan aşkını öyle sihirli bir tılsımla mühürlemiştir ki bu sırra şaşırmamak, o sevdaların naifliğine imrenmemek elde değil. Sinan Usta'nın aşkının vesikasıdır sanki iki camii’nin de yeri özenle seçilmiştir. Güneşin doğum ve batım yerleri tespit edilerek yapılmış camilerdir. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'ni aynı anda görebileceğiniz bir yer tespit edin. Günbatımında (elbette yılın sadece bir gününde ki o gün 21 Mart, gece ile günün birbirine eşit olarak kavuştuğu gündür. Daha enteresanı o gün Mihrimah Sultan'ın doğum günüdür) göreceğiniz muhteşem manzara şudur:

   Edirnekapı Camii'nin tek minaresinin arkasından güneş batarken Üsküdar'daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik anlayışıdır?

   Bu sözlerde ifadesini bulan dünya, farklı olmak yanında, dolu, ilgi çekici bir dünyadır ve sanatkâra mahsus yaratıcılığın filizlerini, tomurcuklarını besleme vasfı ve gücü bu zeminde mevcuttur.

   Bu dünya öylesine büyük, öylesine anlaşılmaz, öylesine esrarlıdır ki. İşte, dışarıdan sert görünen bu dünyanın içi alabildiği­ne yumuşak, sıcak, derin ve romantiktir; sevgi, şefkat doludur. Al­lah'a ve onun yarattığı her şeye dolu bir aşk içindedir. Kurumuş bir yaprak, ayağına takılan bir çakıl taşı, uğuldayan bir rüzgâr sesi bile bu aşktan nasibini alır.

   Bu sözlerde ifadesini bulan dünya, farklı olmak yanında, dolu, ilgi çekici bir dünyadır ve sanatkâra mahsus yaratıcılığın filizlerini, tomurcuklarını besleme vasfı ve gücü bu zeminde mevcuttur.

   Yazıcılık bir sanattır; — Bence en güzel sanat­lardan biri — fakat bu sanatın kazanılması için kabiliyetle beraber birçok şartlar silsilesinin de mevcut olmasına lüzum vardır.

   Eğer o kimse bu fikir malzemesinin muvazenesini bulmuş ve tıpkı, kuyucunun birçok emekler­den sonra toprağın altındaki suyu çıkarması gibi, derinlerde çağlayan sanat suyuna kavuşmuşsa, tereddütsüz olarak ona bu sıfat izafe edilebilir.

   Kitaplar, insanlar arasında düşünce ve bilgi­leri, inanç ve duyguları yayan, zekâ ve kültürün, ilim ve sanatın, değer hükümlerinin dünya öl­çüsünde paylaşılmasına ve zaman içinde deva­mına yardım eden vasıtalardır. Fakat son yıllarda gittikçe gelişen ve yaygınlaşan internet teknolojisi kitapların yerini aldı mı? Bunu zaman gösterecektir!

   Kitaplar, bir mil­letin kültür değerlerini dünden bugüne taşıyan varlıklar olarak millî kültürün temel taşları ve aynı zamanda insanlığın paylaştığı ilim ve fikir dünyasına açılan kapılar olarak görülür…

   Bu vasıflarıyla kitaplar, milletlerin ve in­sanlığın zekâsına ve kültürüne büyük tesirleri bakımından medeniyetleri yayan ve tarihi yapan kuvvetlerin başında gelir.

   Eski çağlardan beri yazılan kitapların değer­leri çok değişik olmuştur. Yazıldıkları yakın çev­re ve zaman içinde bile, pek az okurun ilgisini çekebilen kitaplar yanında, uzun yıllar ve hatta asırlar boyunca zevkle ve istifade ile okunan ve dünya ölçüsünde rağbet gören kitaplar vardır. Bir milletin veya insanlığın fikir ve kültür hazi­nesini teşkil edecek kitaplardır ve onlar değer kazandırır.

   Bilhassa bugünün dünyasında, çağımızın istediği insan şahsiyetinin teşekkülü bakımından kitabın değeri daha çok önem kazanmıştır. İnsa­nın tabiat karşısındaki gücünün temelini teşkil eden ilim ve teknoloji gibi insanın kendi kendi­sini tanıması ve geliştirmesi bakımından büyük bir kaynak olan felsefe, edebiyat ve sanat eğitimi de bir seçkinler zümresinin imtiyazı olmaktan çıkmıştır..

   Düşünce ve fikir hayatımıza kazandırmak istediğim kitaplarımla, milli kültürümüze destek ve Türk gençliğinin kabiliyetleri­nin geliştirilmesi konusunda hedef aldım.. Türk mutasavvıfı ve şair Eşrefoğlu Rûmî «kâinat aşk ve dostluk üzere yaratılmıştır!» der. Aşk ve dostluk, gönül dünyasının temelidir. İnsanı insan yapan kutsal duygulardır. Hekim, hâkim olunabilir, sad­razam da olunur ama insan olmak, o ayrı bir iştir. İnsan olmanın tek­nolojik gelişmeyle ilgisi hemen hemen hiç yoktur!..




  
599 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam13
Toplam Ziyaret30033
Hava Durumu
Saat